NELYUBOV (SEVGİSİZ) FİLMİ YA DA KÖR KÖR PARMAĞIM GÖZÜNE





Bir miktar zaman önce çocuğunu seven ama ebeveyn olmayı sevmeyen insanlar hakkında bir yazı okumuştum. Öyle ya insan çocuğunu sevebilir ama anne baba olma durumunu sevmeyebilirdi. Bu aşağı yukarı her toplumda bir linç konusudur. Sevgisiz filmini ilk gördüğüm an sanki bu mihvalde bir filmmiş gibi hissettim. Nihayet birisi ebeveyn olma durumunu sevmeyen, pişmanlık duyan birilerini çekti diye, düşündüm. Fragman ya da konu özeti böyle değildi ama ben ısrarcıydım, bir şekilde muhakkak böyle olmalıydı...

Ve baştan söyleyeyim, bu bir beğenmeme yazısıdır. Sonra darılmaca gücenmece olmasın.

Andrey Zvyagintsey'in beşinci uzun metraj filmi "Loveless (Sevgisiz)", izleyiciye bir mesaj verme kaygısı ile çekilmiş, eleştirel filmlerden birisi. Yönetmen hakkında biraz araştırma yapan herkes, eleştirel bakışın Zvyagintsey'in temel niteliklerinden biri olduğunu da görebiliyor zaten. Filmi izlemeden önce yaptığımız tüm ön okumalarda da filme dair övgü dolu bir sürü güzel laf işitiyorsunuz. Öyle ya, bir yönetmen içerisinde bulunduğu topluma yönelik güzellemeler, yüceltmeler yapmak yerine o toplumu tüm aksak yönleriyle alıp yerden yere vuruyor. Tam da alkışkanmalık hareket değil mi?

Alkışlamaya hazır olda bekleyen ellerimiz ve yükselen beklentimizle birlikte oynatıyoruz filmi. Bir okul kapısı, dağılan çocuklar, evine tek başına giden bir çocuk, bu tekbaşınalık eve gittiği yolun kendisi içinde geçerli, ıssız bir yol ve elbette yolun sonunda varılacak yer -geniş planda-apartmanlardan oluşan ruhsuz bir kent.

Alyosha bir erkek çocuk ve mutsuz. Çünkü annesine göre aptal bir çocuk ve varlığı gereksiz. Çocuğun varlığından nefret eden ve ona kötü davranan bir anneyi izliyoruz. Bu davranışların arkasında yatan sebebi çok geçmeden öğreniyoruz. Anne ve baba boşanacak ve çocuğu her ikisi de istemiyor.

Çocuk istenmeyişi gerçeğini gizlice dinlediği anne ve babasının ağzından duyunca, gerçek bir üzüntüyle ağlıyor ve sonrasında evi terk ediyor. Filmde gerçek olan, sizi derinden etkileyen tek duyguyu da bu sahnede yaşıyorsunuz.

Buradan sonra "Çocuğa ne oldu?" sorusu, size filmi sonuna kadar sıkılmadan izlemeniz için zihninize bırakılmış cevabını bulmayı merakla beklediğiniz bir düğüm olarak kalıyor. Bu düğümün arka planında arama çalışmalarını, anne babanın kendi hayatlarını, Rusya'yı, sosyal hayatı, insan ilişkilerini izliyoruz.

İzlediklerimizden öğrendiklerimiz ise insanların sürekli sosyal medyada dolaşan, soğuk, sevimsiz, kafayı İnstagram ve Rusya'nın Facebook'u Vkonte ile bozmuş, otobüste, metroda, yolda sürekli akıllı telefonları ile ilgilenen, toplumsal sorunlara karşı ilgisiz, bencil, gösterişe meraklı, işlerine geldiği gibi davranan, yozlaşmış bireylerden oluştuğu.

Zvyagintsey'in insana ve topluma karşı getirdiği bu eleştirel bakışın altına imza atmakta hiçbir çekincem yok. Asıl sorun Zvyagintsey'in bunu aktarış biçiminde.

Verilmek istenen mesajlar, neredeyse her sahnede gözümüze gözümüze sokuluyor. Filmin ana iletisi sevgisizlik hali bile, filme ad konuluyor. Annenin çocuğuna karşı sevgisizliği çocukla ilgilenmeyişinden, sürekli sosyal medyada gezmesinden, ona sevgi ile yaklaşmadığından anlaşılmıyormuş gibi bir de bir sürü diyalog ile anneye sürekli söylettiriliyor. Öyle ki evi satın almaya gelen yabancı insanlara bile, çocuğun aptal olduğunu söyleme gereği duyuyor.

İstisnasız bir çok sahnede herkesi elinde telefonunu kurcalarken görmemiz yeterli gelmiyor, yemeklerini yiyen insanların ellerinde telefon olması ve fotoğraf çekiyor olmaları da yeterli gelmiyor ve filmden tamamen bağımsız figüranların "Hadi selfie çekelim!" diyalogu, birden pat diye gözünüze tekrar sokuluyor. Bir erkekle yemeğini yiyen kadın, lavabodan dönüş yolunda numarısını isteyen garsona numarasını vermekten hiç çekinmiyor. Elbette bu sahnede kadın, baştan aşağı kırmızı ve seksi!

Zvyagintsey, durmuyor. Rusya'da artan muhafazarlığa da bir gönderme yapması gerek. Güzel, ilk olarak babanın boşanmakta olduğunu patronunun duymaması gerek. Çünkü patronu son dönemde yükselişe geçen zengin muhafazakarlara mensup biri. İyi bir Hristiyan evli ve çocuklu olmalı. Bunu filmin başında anne ile yaptıkları tartışmada öğreniyoruz. Öyle ki bu konu çocuğundan bile önemli. Ama bu bizim için yeterli değil. Patronun evlilik konusuna takıntısını, babanın bundan dolayı endişesini bir kaç sahnede daha görmemiz gerek.

Peki ya bu film kaç yılında geçiyor? Filmde zamanın ne olduğunu yönetmenimiz bir şekilde "ses" ile vermek zorunda. Önce radyoda Mayaların dünyanın sonu ile ilgili kehaneti hakkında bir konuşma duyuyoruz. Hmm, sanırım yıl 2012. Peki bu yeterli mi? Elbette değil. Baba karakteri, tekrar bir diyalogta "Sence dünyanın sonu gelecek mi?" demeli.

Filmin finaline yaklaşıyoruz, babanın diğer sevgilisinden olmuş çocuğu büyümüş. Yaklaşık üç yaşında. Aradan zaman geçmiş belli ki. Ama yetmez, ilkinde radyodan duyurulan tarihin şimdi de televizyondan belirtilmesi gerekli. Hadi, Ukrayna'da yaşanan savaş ile ilgili bir haber dinleyelim. Hem böylelikle bu savaşa ve bu savaşa karşı ilgisiz Rus halkına da bir eleştiri yapmış oluruz. Hem Allah aşkına, dünyanın sonu ile ilgili saçma bir kehanet bile dünyada gerçekten yaşanan bir savaştan daha çok ilgi çekmiyor mu?

Peki, söz konusu sanat olunca hangisi daha kıymetli? Bir sahneyi, bir duyguyu, bir iletiyi diyalogla vermek mi yoksa oyunculuk beceresi ile hissettirmek mi?

Kör kör parmağım gözüne, der eskiler. Türkçede ne güzel deyimler var öyle değil mi? "Çok belli, göze batacak kadar ortada." anlamında.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Feminist Filmler Listesi, Feminist Film Listesi ya da Kişisel Kadın Filmleri Listem

Ahmet Amca

DANTE'NİN CEHENNEMİ ve THE GOOD PLACE

Yeşilin Kızı Anne ya da artık Anne White An E