Sessizlik Savaştan Daha Uzun Sürüyor



Bu sabah yine geç kaldım. Çocukları çok seviyorum ama işe yetişme saati beni öldürüyor. Haftada üç gün o cami camekanında Türkçe öğretmek ruhumu temizliyor, bir de yetişme telaşı olmasa... Biliyorum ders on ikide başlasa da aynısı olacak. Birisi benim saat ayarlarımı kaydırmış ve ben onu düzeltmek için kendimi eksik hissediyorum.

Annemden öğle yemeğimi alıyorum. Babam beni camiye kadar bırakacak. Babam bırakıyor olmasa bu işi asla yapamazdım. Geçen gün dolmuşla tek başıma gitmeye kalktım da yolu kaybettim. Zaten geç kalmalarda birinci olan ben iyiden iyiye geç kalıvermiştim o gün. Wala hocaya o gün, en azından iyi bir bahanem olmuştu: yolu kaybetmek gibi.

Evden Sancak'a giden sanayi yoluna girdiğimizde rahatlıyorum. Bu bana camiye az kaldığımızı gösteriyor. Giden tarafta sadece bizim araba var. Geliş yolunda ise arabalar kuyruk olmuş. Bu beni mutlu ediyor. Radyoyu açıyorum. Üç kanalda gezip şarkısını beğendiğim kanalda duruyorum. Yol çok uzun değil, dinleyebileceğim şarkı sayısı çok az. Seçimler güzel olmalı.

Babamla konuşmadan gidiyoruz. İkimiz lise zamanlarında da böyleydik. Okula geç kalınca o beni okula bırakır sonra işe geçerdi. Radyodaki şarkıları dinlerdik. İkimiz yine böyle susardık. Konuştuğumuz zamanlar bazen siyasi meselelerden kavga eder, yol boyunca yine susardık. Akşam eve gelince kavgayı hatırlamıyor olsak da böyle bir susuş iyi değildi. Böyle bir susuş yirmi dakikalık yolu yoruyordu ve buna gerek yoktu.

Yerler buz, hava ayaz, okullar tatil değil. Tatil olsa ücret kesilecek, tatil olmasa bu ayazda geri dönmesi insanı ürkütüyor. Caminin yanına gelince inmeden babamdan dönüş için para alıyorum. Beni almaya gelmeyecekse dolmuş paramı o vermeli. Bu hiç hoşuna gitmiyor. Bir gün kendi paramı harcamamı hayal ederek söylene söylene veriyor parayı. Öpüyorum. Gülüyorum.

Arabadan aşağı iner inmez o soğuk her yerime işliyor. Şimdi öğrenciler beni karşılayacak. Ben çantamdan çıkarttığım pembe ev çizmelerini giyeceğim. Caminin camekanından Wala'ya bakıp selam vereceğim. O çoktan derse başlamıştır çünkü.

Perdeyle caminin girişinden ayrılmış kısım benim sınıfım. Sınıfa selam verip yerime oturunca Fadila "Kahve İstiyor?" diye sormaya başlıyor. Yarım Türkçeleri ile gülümsüyorlar bana. Ben olur anlamında gülümsüyorum. Burada savaştan kaçmış çocuklarla en büyük iletişimimiz gülümseyerek kuruluyor.

Öğrencim olan Wala gelene kadar derse başlamıyorum. Kocası Hollanda'da, bir çocuğu var. Daha on dokuz yaşında. Çocuğu da öğrencim kendisi de. İkisi de çocuk. Kocası değil. Hollanda laleleri arasında bana gösterdiği fotoğraftaki adam çocuk değil, bir koca.

Wala geldi. Ciddiyetle derse geçiyorum. Yaşları büyük hepsinin. Sadece biri erkek diğer hepsi kız. Mustafa derste sıkılıyor. Türkmen, Türkçeyi iyi biliyor ama Türkiye yerine Şam'da olmak istiyor. Onu dışarıya gönderiyorum. Hava alıp gelsin diye. Biz de kızlarla ufak bir ara veriyoruz. Bana sürekli seni soruyorlar. Fotoğrafını gösteriyorum. Saçlarını beğeniyorlar. Yine gülümsüyoruz. Mustafa dışarıdan gelmek bilmiyor. Ben derse geçiyorum. Bir dili öğretmeye meraklı başka kaç kişi vardır bilmem ama kendimi tahtanın önünde parçalıyorum. Çabalarım sonuçsuz değil. Artık beni anlıyorlar. Yüzüme anlayarak bakıyorlar. Hep bir şeyler anlatmak istiyorlar. En çok da dizileri konuşmak hoşlarına gidiyor. Olsun Türkçe konuşsunlar da.

Yemek teneffüsüne geçene kadar ders işliyorum. Fadila çayımı getiriyor. Bir sofranın başında hep beraber kendi yemeklerini yiyorlar. İkram ettikleri yiyecekleri yemeğe korkuyorum. Benim ki titizlik değil, merakla yediğim yemekler üç günlük mide ağrısı yapıyor. Yine de geri çeviremiyorum. Ben de onlara kendiminkinden bir şeyler veriyorum. Yemek teneffüsü ne kadar uzarsa o kadar iyi onlar için. Fadila yerine bu sefer başkası çayımı tazeliyor. "Çay bitene kadar." diyorum. Bazıları anlamamış gibi yapıyor. İçlerinden birisi Arapça tercüme ediyor. Çayım bir türlü bitmiyor. Hep bir şey soruyorlar. Konuşuyoruz. Çay bardakta soğuyor.

Mustafa en arka sırada yazması gerekenleri yazmamaya inat ediyor. Türkmen Mustafa beni çok yoruyor.

Son derste Hoca Mahmut geliyor. Dişleri dökülmüş profesör en arkada benim anlattıklarımı dinliyor. Sanırım yetmiş yaşında var. Öyle tatlı bir adam ki. Seninle buraya bakmaya geldiğimizde sen onu molla sanmıştın. Adamın İngilizce bildiğini öğrenince ne çok şaşırmıştık. Savaş onu burada bu bir avuç öğrenciye ders vermeye itmiş ama o bizden daha neşeli, daha umutlu belki daha mutlu. Saatim dolunca biraz sohbet etmeye çalışıyoruz. O bana Türkçe yazdıklarını gösteriyor, aklına takılanları soruyor. Ve hep aynı cümleyi kuruyor: "Türkçe zor."

Mahmut Hoca ve Wala'yı selamlayıp çıkıyorum sınıftan. Ayakkabılarımı giyiyorum. Bütün sınıf el sallıyor arkamdan. Bazıları öpüyor beni. Vedalaşmalar günlük de olsa zor geliyor. Bir yanım onları Şam'a uğurluyor, Halep'e İdlib'e gönderiyor. Bir yanım Sancak'ta bizle kalsınlar istiyor. Onlar bu konuyu sevmiyorlar. Gizliden gizliye yaşıyoruz. Savaş ömür boyu sürmeyecek ama kimse ne olacağını kestiremiyor. Sessizlik savaştan daha uzun sürüyor.

Konya - 2016 - Kış 



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

NELYUBOV (SEVGİSİZ) FİLMİ YA DA KÖR KÖR PARMAĞIM GÖZÜNE

Feminist Filmler Listesi, Feminist Film Listesi ya da Kişisel Kadın Filmleri Listem

Ahmet Amca

DANTE'NİN CEHENNEMİ ve THE GOOD PLACE

Yeşilin Kızı Anne ya da artık Anne White An E