Ahlat Ağacı: Toplanın Hadi Taşralılar! Sorgu başlıyor!


Ahlat Ağacı'ndan çıktığımızda gecenin ikisiydi. Filmi günlerdir merak etmeme rağmen, biletin birini bedavaya getirmek için "Babalar Günü" kampanyasını beklemiştik. Eve de gece yarısı yürüyerek döndük. Bilet parası ya da taksi parası olmadığından değildi bu, taşranın bana öğrettiği bir alışkanlıktı.

Dünden beri düşündürüp duruyor bu film beni. Çünkü biliyorum, kimse benim izlediğim gibi izlemedi, kimse benim anladığım gibi anlamadı bu filmi. Belki filmin yönetmeni bile böyle anlatmadı.

Filmdeki babayı, filmdeki kasabayı, filmdeki asi genci görür görmez tanıdım. Köylüydüm, atanamayan öğretmendim, taşranın feriştahında yaşadım, kurtulmaya kaçmaya uğraştım. Tamam belki bunlar çoğumuzun ortak özellikleri idi fakat baba karakteri de benim için çok yakındı.

Ve biliyorum, bu filmi o yıllarımda izlesem, Sinan'ı sonuna kadar haklı bulur; babasına, annesine küfreder, insanlardan nefret ederdim.

Ve biliyorum, bu filmi o gençliğimde izlesem, vay be ne güzel anlatmış adam, derdim.

Peki, "ne güzel anlatmış" mı bu film? Bu filmin derdi bir şeyler anlatmak mı daha doğrusu?
Bu film, bizi alıp bi sorgu masasına oturtup üç saatlik bir sorguya çekiyor. Üstelik  masanın diğer tarafına da yine bizi koyuyor: Sorgula kendini!


Toplanın hadi taşralılar! Sorgu başlıyor!

Nuri Bilge Ceylan neyi anlattı bize: Klasik bir Türk ailesini mi? Sürekli televizyon izleyen anne kız, reklam mı izleyeceğiz diye kanalı değiştiren baba, geçim sıkıntısı, ödenemeyen faturalar, itibarını kaybetmiş bir öğretmen, üniversiteyi bitirip taşrasına dönen asi genç...

Bu film neyi anlattı bize: Dar görüşlü kasabalılar, paragöz esnaflar, milliyetçi iş adamları, işgüzar belediye reisleri...

Daha daha ne anlattı: Din üzerine sorgulamalar, İslam'da reform, ikiyüzlü imamlar, köylü kızlar, popüler yazarlar ve edebiyat...

Hadi Oradan!

İzlediğimiz her şey Sinan'ın ta kendisiydi. Sinan'dı. Bir zamanlar bizdik. Hala biziz. Hala hepimiz Sinan gibi görüyor, Sinan gibi bakıyoruz. Çünkü Sinan taşralı, çünkü biz öyleyiz. Çünkü taşrayı beğenmeyiz, nefret ederiz, kaçmak isteriz. 

Hadi sorgulayalım.

Sinan üniversiteyi bitirip kasabasına döner. Toplumun zihniyetinden nefret ediyordur, çoğu yerde de haklıdır. Çoğu yerde haklı olması yetmez, her şeyin doğrusunu o biliyordur. Her şeyin en iyisini o biliyordur. Edebiyatı da en iyi o yapıyordur, yazarların hepsi popülisttir! Kendisi öyle değildir ama. Kendisinin yazdıkları da öyle değildir! 

Kendi kitabında öyle sıradan şeyler yoktur. Değerlidir. Ah bi bastırabilse Sinan kitabını! Kitabı değerli ya bi sponsor bulup parayı ondan almalıdır. Bizim idealist Sinan ne hikmetse parayı bulmak için kapı kapı gezer. Bulamayınca eski el yazması Kur'an'ı çalar ninesinden, onu satar. Yetmez, babasının tek dostu köpeğini bile satar. Çünkü hiçbir şey Sinan'ın kitabından da kendisinden de önemli değildir. 

Babasından da nefret eder Sinan. Hatta en çok ondan. Annesine de kızar, babası ile evlendiği için. Annesi hak etmiştir başına gelenleri.

Sinan farklıdır, özeldir. O güzel köylü kızı içten içten Sinan'ı beğenir, öper, şehvetle öper, dudağını kanatır, cilveler yapar. Çünkü taşralı bir erkeğin suyun başında bekleyen bir köylü kızında gördüğü budur.

Sinan farklıdır. Heykelin kopan kolunu atar köprüden aşağı. Başlar koşmaya. Sıkılmıştır, bir aksiyon yaşasa fena olmaz.

Halbuki, ne kızlar yanıktır Sinan'a, ne heykeli atacak cesareti vardır, ne de o beğenmediği yazara "Kitabımı okur musunuz?" diyecek yüzü. Filmi Sinan'ın gözünden izlediğimizden, hayalleri de kaldığı ikilemler de, acaba böyle mi yapsaydım düşünceleri de, kabusları da gerçekle karışık veriliyordur izleyiciye.

Sinan hep ikilem içindedir. Bu yüzden yaptıklarını da zaman zaman sorgular. Kendini haklı çıkarmak için, o beğenmediği yazara da sorar, fikir alır: Bir yazar yazmak uğruna her şeyi yapabilir mi, bu alçaklık mıdır?

Babasının öldüğü sandığı sahnede bile ikilemde kalır. Babasını öylece bırakmalı mıdır, yardım mı etmelidir.

Tanrılı ya da tanrısız dünya konusunda da ikilem içindedir. Sinan'ın her konuda bir fikri vardır da hangisi doğru kendi de bilemez.

Sinan'ın kafası karışıktır. Sürekli bir ikilemin içindedir. Filmin sonunda bile, kendisini o kuyuda asmalı mıdır yoksa kuyuya inip çalışmalı mı? Sinan'ın ikilemlerini izleriz biz de. Çünkü bu bir sorgudur.

Sinan'ın Babası İdris

İdris öğretmen... Sınıf öğretmeni. Yıllarca ücra köylerde zor şartlar altında çalışmış, en sonunda kendi kasabasına tayin olmuş, emekliliğini bekleyen İdris öğretmen.

Bir ara ganyana sarmış. Neyi var neyi yok kaybetmiş bu oyunda. Beş parasız kalmış, ailesine sıkıntılı günler yaşatmış. Hala da pek uslanmıyor, seviyor bu oyunu. Kızacak gibi oluyorsunuz başta bu nasıl baba diye, sonra kızamıyor da üzülüyorsunuz. Temiz çünkü adam, neyse o, göründüğü gibi. İçinden geldiği gibi. Kötülük ne bilmiyor. Çocuksu. Çocuk aklından biraz da altılı maltılı işleri.

İnsanları umursamıyor. Hafta içi derste, hafta sonu köyde kuyu kazıyor. Git öğretmen evinde otur diyorlar, o köpeği ile oynamaya, kuyudan su çıkarmaya köye gidiyor. Akıl işi değil! Emekli olunca da gidip köye tek başına yerleşiyor, üç beş koyuna bakıyor. Kalender adam İdris. Oğlunun kitabını okuyan tek adam o.

İdris öğretmen, biz beğenmez taşralılara rol model filmde. Kusursuz olamayacağımızı da yüzümüze vuran. Ki sonunda Sinan da anlıyor bunu.

Filmin birini anlatmak kaygısı varsa bu kişi de İdris. Hataları ile yanlışları ile bir baba anlatılıyor bize. Bu ülkede baba olmak da hatasız ve yanlışsız olmuyor zaten. İdris'in babalığı çoğumuza tanıdık geliyor, film boyunca da aynı ikilemi yaşıyoruz biz de: "Bu nasıl baba" dan "Aslında iyi adam"a evrilen bir ikilem. Her çocuğun babası hakkında yaşadığı ikilem.

Taşrayı Sinan'ın gözünden değil de İdris'in gözünden izlemiş olsaydık asıl o zaman taşralı zihniyeti alıp yerden yere vuracaktık. Çünkü o zihniyet, çünkü ülkemiz insanın zihniyeti, asla bir köpek için geceleri sessizce hüngür hüngür ağlayan koca bir adamı anlamayacak. Çünkü o zihniyet, kurbağalara tekme atacak. Çünkü kolay para kazandırmayan her iş gereksiz bir iş olarak görülecek. Çünkü itibar görecek bir insan olmak için para kazanan biri olmak gerekecek. O yüzden kuyumcular itibarlı olacak ve genç kızlar ona yamanacak. Ama İdris öğretmen inatla kurbağanın olduğu yerde su arayacak. Çünkü inanıyor, hep inandığını yapmış yaşamı boyunca. Başkalarının dediklerini, başkalarının önem verdiklerini değil. Bu inancı bazen ona zarar verse de inatçı bir adam İdris. Altılı inadı da ondan.

Yönetmen neyi nasıl anlamak istedi bilemem ama Nuri Bilge Ceylan'ın bu filmde en iyi yaptığı şey, doğru oyuncuları seçmek olmuş. Ve bu seçimini yaparken de oyunculuktan çok kişilerin kendisi ile ilgilenmiş. Özellikle Sinan karakterini, sırf gerçek hayatta kendisi böyle bir tip olduğu için o komedyen arkadaşa oynatmış. İnanmıyorsanız, Doğu Demirkol yazın da bir izleyin kendisini.











Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

NELYUBOV (SEVGİSİZ) FİLMİ YA DA KÖR KÖR PARMAĞIM GÖZÜNE

Feminist Filmler Listesi, Feminist Film Listesi ya da Kişisel Kadın Filmleri Listem

Ahmet Amca

DANTE'NİN CEHENNEMİ ve THE GOOD PLACE

Yeşilin Kızı Anne ya da artık Anne White An E