Hikaye Anlatmak, Yazmak, Kurgulamak, Çekmek Üzerine





Hikaye Anlatmak, Yazmak, Kurgulamak, Çekmek Üzerine


Dokuzuncu sınıftan itibaren öğrencilere hikâye konusunu anlatıyoruz. Hikâye dediğimiz tür, Tanzimat ile hayatımıza girdi. Aslında bu türe hikaye demek yerine öykü demek daha doğru olur. Çünkü hikaye anlatmak, hikaye etmek çok kadim bir şey. İnsanlığın var oluşundan bu yana insan hikaye anlatır.

 İslamiyet Öncesi Edebiyatımızda hikâye anlatma destan şeklindeydi. İslamiyetle birlikte edebiyat yön değiştirdi ve Divan Edebiyatında mesneviyle hikâyelerimizi anlattık. Halk hikayelerinin ilki ise Dede Korkut'tu ve devamında halk hikâyeleri gelişti. Mesnevide anlatılan hikâyeler genellikle maznunlar üzerine kuruludur. Mazmunlar aynı kalırken söyleyişteki değişiklikler eseri farlı yapar. Destan ve halk hikayesinde ise olağanüstülükler olmasına rağmen yine de inanırız o dünyanın gerçekliğine.

Bu demek ki doğu kültüründe hikâye anlatmak çok eskilere dayanır. Doğu insanı anlatacak hikâye konusunda zorluk çekmez. Daha doğumumuzda hayal dünyamızı zorlayan hikâyeler dinleriz çünkü.

Hikâye anlatmak üstelik sadece kelimelerle değil kameranın icadı sayesinde hareketli resimlerle de olmaya başladı. Ezel Akay kendine belki de bu yüzden yönetmen değil de Film Anlatıcısı diyor. Tabi sinema sektöründe herkes aynı fikirde değil. Ben de başlarda hikâyenin yani senaryonun görüntüden sonra geldiğini düşünüyordum. Yani bir filmin bir hikâyesi olmak zorunda değil diyordum. Ama sonraları fark ettim ki rastgele görüntüleri bir araya getirip deneysel bir şey ortaya koysak da hem yönetmen hem de izleyici ona çeşitli anlamlar yükleyip hikayeyi zihninde tamamlıyor. Yani görsellerde var olan imgeler bir şekilde kişinin iç dünyasında başı ya da sonu belli olmayan bir hikâyeye hayat veriveriyor.

Daha önce de söylediğim gibi doğu toplumları hikaye anlatırken konu sıkıntısı çekmiyor. Olayları yaratma konusunda yetenekliyiz. Zaten olayların içinde yaşıyoruz, inanması güç bir sürü şeye tanıklık ediyoruz. Sanırım en büyük problemimiz teknikten yoksun oluşumuz. Hepimiz "Yazsam roman olur." sözünü duyduk. Bu sözün alt metni şu aslında bir roman ya da öykü ya da film olması için birtakım olayları arka arkaya sıralamak yeterlidir. Ama yeterli olmuyor. Ortaya çıkan eserin birtakım tekniğe, eseri bir üst seviyeye taşıyacak bir şeylere ihtiyacı var. Ve biz olay yeterli mantığından çıkmadığımız sürece kalifiye bir şeyler ortaya çıkarmamız mümkün değil.

Bütün bu düşünceleri birtakım eserleri okurken ya da izlerken fark ettim. Şimdi biraz bunları örneklerle somut hale getirelim. Geçen yıl İstanbul Tüyap Kitap Fuarı'nda Ayizi Kitap standından birkaç kitap almıştım. Düşünce kitapları gerçekten çok başarılıydı. Feminizm konusunda bana çok faydası dokundu. Kurgu olan kitaplara gelince aynı şeyi söylemek mümkün değil. Tomris Alpay 'ın Gülsün, Agavni, Zilha adlı öykü kitabı hep duyduğumuz tanık olduğumuz olayları anlatan öykülerden oluşuyor. Konusu kadınlar ve bu kadınların hikâyeleri bir şekilde birbirine bağlanıyor. Farklı dinlerden ve ırklardan olan kadınların hayatları... Güzel diyorsunuz ilk başta. Sonra öykü bitip yeni öykü başlayacağında bu kadınların aynı sokakta yaşadıklarını anlamayacağımızdan korkan yazar sokak ismi veriyor. Bütün teknik burada alt üst oluyor. Yazar sanki Tanzimat Dönemi yazarları gibi kendini hissettiriveriyor. Üstelik bu hissettirme bilinçli değil. Bir korkuyla yapılmış bir müdahale. Keşke bilerek yapılmış olsaydı diyorsunuz. Bu kadınların öyküsü post modern bir şekilde karşımıza çıksaydı. Kitabı bitirince kendimize gelemeseydik. Ama öyle olmuyor kitabı yarıda bırakıyorsunuz.

Mine Söğüt'ün Deli Kadın Hikâyeleri adlı kitabını da yine bu okuma döneminde okudum. Herkes bu kitaptan övgü ile bahsetse de ben aynı şekilde düşünmüyorum. Kitaptaki her öykü başlı başına bir kitaba konu olup bir filme çekilebilir. Ama Mine Söğüt bir kitabın içine sığdırmaya çalışmış. Başlangıçları ve sonları verilen hikâyelerin sanki ortada bir kısımları eksik gibi geliyor insana. Alelacele anlatılmış ya da dayanamayıp sonunu başında söylemiş gibi. En kötüsü de bazı öykülerinde anlamayacağımız korkusuyla bazı olayları sonda özetler gibi yazılarla bitirmiş. Belki Mine Söğüt'ü ilgilendiren kısım sadece kadınların hikâyelerini anlatmaktı. Ama yine de hikâye anlatma sanatında da bazı kısımları atlamış olduğunu görmezden gelemeyiz.

Ve bu okuma serüvenimi Virginia Woolf'un günlükleri ile taçlandırmıştım. Sevgili Woolf kurmaca ve teknik konusunda o kadar kafa yormuş ki günlüğünün her sayfasında bunu okuyabiliyor insan. Ve onun kitaplarında olaylar neredeyse yoktur. Zaman çok dardır ya da zaman kavramı yoktur. Yani asıl olan sadece olay değil bunun yanında iyi bir tekniğin de varlığıdır.

Yeni yeni sinemalarda da bu dram ya da yaşanmış hikâyeler anlatma işi hız kazandı. Müslüm, Ayla, Mucize ve 7. Koğuştaki Mucize. Bu filmlerin konusu zaten yeterince dram içeriyor. Ama yönetmenleri bir türlü ikna olmayıp sürekli var olan dramı daha ağdalı hale getirmek konusunda ısrarcılar. Sadece hikâyeyi izleyip dilediğimiz yerde ağlamamıza izin vermeyip ağlamamız gereken yerleri çeşitli şekillerde belli etmişler. Son olarak 7. Koğuştaki Mucize filminde yönetmen konuları bir birine bağlarken biz anlamayız korkusuyla hareket etmiş. Filmin ana konusuna bağlı olan bir mahkumun hikâyesi öyle çok göze sokulmuş ki ilk yarı bitmeden mucizenin ne olduğunu anlıyor insan. Hikâyeler gayet başarılı iken anlatımının başarısızlığı yüzünden hikâye silinip gidiyor.

Hikâye konusu seçerken gerçek hayatta pek karşımıza çıkması kolay olmayan hikâyelere meyilli oluyoruz. Birilerine bir şey anlatacaksak karşıdakinin okumasına, izlemesine değsin istiyoruz. Hikâyelerin gerçek hayatla bağı biraz kopuk olunca da hikâyeyi anlatan kişi daha inandırıcı olsun diye birtakım girişimlerde bulunuyor. Hikâyenin geçmişini ve geleceğini uzun uzun anlatıyor, anlatıyor, anlatıyor. Sanırım hikâyenin gerçekliğini anlatan da biraz sorguluyor diye düşünüyorum ben böyle zamanlarda. Oysa hikâye anlatırken kurgunun yanı sıra kendi gerçeğimize de odaklanabiliriz. Var olan basit gerçekleri sevip onları anlatmak da gayet mümkün ve bence daha etkileyici. Bu şekilde kendi hayatını, yaptığı rutin şeyleri anlatan Patti Smith'e selam etmek istiyorum. Onu her okuduğumda kendimden bir parça buluyorum. Basit hayatlarımızı nasıl hikâye edeceğimizi bize tane tane anlatıyor.

Kadim bir gelenek olan hikâye anlatma işini seviyorum. Basit olanı bir şekilde birilerine sunmak güzel geliyor. Bunu iş olarak yapan ve bunan para kazanan kişilerin oldukça kötü hatalar yapmaları beni çileden çıkarıyor. Sinemadan, öyküye ve oradan çeşitli eserlere atıflarda bulunup bir garip aşure ettiğim yazının karışıklığı ise meselenin benim için mühim olmasından ötürüdür. Var olan güzellikleri yerinde saymaktan kurtarıp daha ileriye taşımak için kendime ufak notlar almıştım şimdi sizinle paylaştım ve biraz olsun rahatladım.

Yorumlar

  1. Bilginiz için teşekkürler,sizin sayenizde artık ne yapacağımı biliyorum:)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Sen nasıl yorum yapmak istiyorsan:

Seçeneklerden anonim olmayı seçebilir ya da sadece adını yazabilirsin. İstediğin sosyal medya profili ile giriş de yapabilirsin.

Bu blogdaki popüler yayınlar

NELYUBOV (SEVGİSİZ) FİLMİ YA DA KÖR KÖR PARMAĞIM GÖZÜNE

Feminist Filmler Listesi, Feminist Film Listesi ya da Kişisel Kadın Filmleri Listem

Ahmet Amca

DANTE'NİN CEHENNEMİ ve THE GOOD PLACE

Yeşilin Kızı Anne ya da artık Anne White An E