Kapımız Bahçeye Açılsaydı Ne Olurdu?



Kapımız Bahçeye Açılsaydı Ne Olurdu?

Yaz tatillerini köyde geçirmeye başladığımda galiba beş yaşındaydım. Önce ablamla daha sonra dört kardeş birden kalırdık köyde. Anne ve babamın köyünün arasında bir köy vardı. Çoğunlukla baba tarafında bazen de anne tarafında kalırdık.

Baba tarafı daha serbestken anne tarafımız biraz daha baskıcı gelirdi. Annemin babası kuran öğrenmemiz için hoca tutardı, aslında baskı dediğimiz buydu. Baba tarafımda ise köyün camisine giderdik. Daha basitti, yaz sonuna kadar cüz öğrenir, sureleri pek ezber etmez, Kuran'a geçenlerin getirdiği çikolataları yerdik. Öğlen ezanından önce de evlere dağılıp gün boyu oyun oynardık. Sabahları karnım ağrıyor bahanesi sayesinde bazen gitmediğim bile olurdu. Ama anne tarafımız tarafından tutulmuş hanım hocamız çok disiplinli olurdu. Daha dördüncü sınıftayken Kuran'a geçmiş ve ezberden sureleri okumayı öğrenmiştim. Bir tahtamız bile vardı. Hadis ezberlerdik ve sınav olurduk. Bir de kim daha hızlı okuyor diye dakika tuttuğumuz yarışmalarımız da vardı. Ve tabi cuma günü yapılan sohbetler. Hepsi gerginlik yüklüydü.  Tüm yıl okula gidip okulda sınav olduktan sonra bir de yazın sınav olmak hoşuma gitmezdi.

Köylerde evlerin bahçeleri ve bizim çardak dediğimiz ahırları vardı. Ayrıca yemlerin konulduğu yem damı, küspenin konulduğu küspelik, bahçede iki odalı mutfak, evin arkasında bir tuvalet, üst üste dizilmiş tezekler olurdu. Anneannemlerin evinin önündeki seki dediğimiz o balkon kılıklı çıkıntı olmadığından merdivenin hemen yanına dedem bir divan atmış seki yapmıştı. Yazları harman olur olmaz hayır toplayanlar arabaları ile gelirlerdi. Bir yerlerin hocası hep dedemin evinde ağırlanırdı. Ablam benden büyük olduğu için nineme o yardım eder ben serserilik ederdim.

Babam tarafında ise açık bir sekide dedem köşeye kurulurdu. Yanında bir demlik çayla gelen geçeni izler, huysuzlanır, sigara tüttürürdü. Hayır toplayanlara da yüz vermezdi. Öyle çok misafirleri de gelmezdi. Babaannem küçük, çevik, panik bir kadındı. Pek yemek yapamaz ama bizi eğlendirir yaramazlık yapsak da kızmazdı.

Köy demek ergenlik zamanlarıma kadar aynaya bakma ihtiyacı duymadan, birisi görür mü demeden özgürce yaşadığım yıllar demekti. Bizim hayat dediğimiz bahçe duvarları yüksek olmasa da mahremi gizlerdi. Susayınca bahçedeki çeşmeyi açar ılık akan suyu soğuyuncaya kadar akıtır ve ağzımızı dayardık. Tuvaletlerde ışık olmadığından gece herkes bulduğu yere çömerdi. İnsanın sıkışınca istediği yere işeyebilmesi çocuk aklımla bana muazzam görünürdü.

Sonra kahrolası bir ergenlik geldi beni büyütenlerin üstüne. Hayata nasıl çıktığın, bağırıp çağırmam, eğilince görünen sırtım bir dert oldu herkesin sırtına. Üstelik kimin yanındaysan onun himayesine girip onun istediği şekilde yaşamak zorunda kalmak zorlaşmaya başlamıştı. Sonra yavaş yavaş köy büyüsünü yitirdi.

Yazları bir haftalık deniz ya da kaplıca tatilleri dışında bir apartman dairesine tıkılıp kalmak daha mantıklı gelmeye başladı. Evdesin, sürekli birileri habersizce gelmiyordu burada. Birilerinin gelişi demek hayatına izinsizce girmeleri demekti. Onlar bunu bilmiyorlardı. Yaptıkları, söyledikleri onlar için yadırganacak bir şey değildi ama benim için öyleydi. Bunu ifade etmenin de bir yolu yoktu üstelik.

Uzunca bir süre bir yazlık düşlemiştim ya da şehrin dışında bir bahçe. Pek kimsenin olmadığı, bahçeli, bahçesinde salıncak, hamak olan bir yer. Orta gelirli bir aile olduğumuz için bu ikisi de hayal olarak kaldı tabi.

On iki yıl yaşadığımız ev üç katıydı ve herkesin kendine ait bahçesi vardı. Penceremizden ağaçlar görünürdü. Komşulardan birisinin muhakkak taze maydanozu ekili olurdu. Bu şehir hayatına göre idealdi. Sonra şehir merkezine taşındık. Evimizin önünde hemen sokak başlıyordu. Arka tarafta bir bahçe vardı ama yirmi dört kişinin ortak malıydı ve yirmi dört hanenin pencereleri bu küçücük bahçeye bakıyordu. İlk yıllar herkes komşuculuk oynadı. Cicim ayları geçince bahçe kavgası başladı. Sonra bahçe, dikilmiş ağaçları ile terk edildi. Şimdilerde, sanırım dokuz yıl geçmiş aradan, balkonumuzdan o ağaçların büyüdüğünü görüyorum.

Ara ara hep bahçe özlemi çekerdim ama köye gitmeye cesaret edemezdim. Oralı olmadığın için sana istediğin sakinliği vermez çünkü köy. Ama İstanbul'da yaşamak daha sık bahçe özlemimi hatırlatır oldu. Sokağa açılan bir dış kapı ve gözünün gördüğü her yerde bina. Toprak ve boşluk görememenin ağırlığı. Belki Konya kadar düz yani gerçek anlamda düz bir şehirde büyümesem ya da yazları özgürce köyde dolaşmamış olsam bu kadar garip gelmezdi bunlar bana. Ama bu hayat tarzı inanılmaz garip. Alışmak için bir neden de sunmuyor üstelik.

Yazın bu yüzden kimselerin olmadığı yerlere kamp kuruyoruz. Üç beş gün elektrik olmadan, tuvalet olmadan, mavi bir çadırda yaşıyoruz. Her kamp yapışımızda çocukluğumdaki beni buluyorum. Gerçi sert yerde uyuduğum üçüncü gün bazen sinirden ağladığımda oluyor ama o başka bir mesele.

Bu yasaklı günlerde soruyorum kendime "Kapımız bahçeye açılsaydı ne olurdu?" diye. Her şey biraz daha güzel, biraz daha ışıklı olurdu. Gündüz ışık yaktığım bir çatı katından sesleniyorum:

Kapıları bahçeye açılan evler yapın.

Konu ile ilgili bir video:



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

NELYUBOV (SEVGİSİZ) FİLMİ YA DA KÖR KÖR PARMAĞIM GÖZÜNE

Feminist Filmler Listesi, Feminist Film Listesi ya da Kişisel Kadın Filmleri Listem

Ahmet Amca

DANTE'NİN CEHENNEMİ ve THE GOOD PLACE

Yeşilin Kızı Anne ya da artık Anne White An E