HAK BEYAN ETMEK

 HAK BEYAN ETMEK

*vay ki gençtim

Mağdur edebiyatı yapmak gibi görülmesin de bir maruzatım olacak. Bunu çoğu kişinin hissettiğini bilerek yazıyorum. Basit bir amacı var bu yazının: kendini iyi etmek.

Ülkede demeyelim de dünyada mağdur olmayan kaç kişi vardır? Grafiklerde bu kişilerin gösterimi şişkin değil de sivridir. Keşke hak ihlalleri olmasa, cennetten çiçek toplasak ama öyle değil. Bu biraz da bu hissin yazısı olacak. Kanatılmış, kaşınmış, kanırtılmış tarafımızın yazısı.

Öğretmenlik mesleği kendi katımda oldukça kutsal. Atanmış da değilim. Yani özel bir kurumda ücret karşılığı ders veriyorum. Atanmış olmayı hiç istemedim ama atanmış haklarım olsun isterdim. Her özel sektörde olduğu gibi eğitimde de çok fazla sıkıntı var. Bunu göze alıyorsunuz. Çünkü devlet demek benim için sınırları belli olan demek ve bu beni boğuyor. Özel sektör daha ucu açık ve eyvallahınızın olmamasını sağlayabilir. Çoğu kişi bunun tam tersini düşünür ama benim için durum bu.

İki yıldır yarı zamanlı öğretmenlik yapıyorum. Yarı zamanlı dediğime aldırmayın haftada dört gün yaklaşık 45 saatlik bir çalışma performansına denk geliyor. Haftanın altı günü çalışanları varın siz düşünün. Aldığım para komik bir miktardı tabiki yarım yatıyordu. Bir kolejde de çalışabilirdim ama açıkçası daha özgür olmak için bunu istemedim. Yani emeğimi özgürlük ile takas ettim.

Hayat her zaman için güllük gülistanlık olamaz elbette. Bunu bu ülkede hayal etmesi bile güç, üzgünüm. Ama normal zamanlarda her türlü sorunu örtbas ederek bir gül bahçesi kurduk. İş arkadaşlarım tarafından bir yıl sistematik mobing yedim ama yine de mutlu oldum çalışmaktan. Derse girince unuttum. Kendimi bu şekilde iyi ettim. İkinci yıl harika bir öğretmen kadrosuyla işe başladık. Gerçekten her şey muhteşem geldi gözüme. Meğersem sağlıklı bireylerle, sağlıklı çalışma ortamı insanın ömrüne ömür katıyormuş. 

Her şey çok güzel derken aslında her şey güzel de değildi. Maaşlarımız vaktinde yatmıyordu. Düzgün bir maaş sisteminin olmaması gerçekten yıpratıcıdır. Sonrasında müdür işten ayrıldı ve Cemal müdür olurken ben müdür yardımcılığına geçtim. Asla tam zamanlı çalışmak istemesem de iş yerindeki bu huzurlu ortamın yabancı bir kişi tarafından bozulma olasılığından kabul ettim. Üstelik kredi ödemelerinde de kolaylık sağlar diye de düşündüm.

Müdür yardımcılığına başladığım zaman pandemi patlak verdi. Çevirim içi derslerin başlaması için bir ay karı koca sabahtan gece yarılarına kadar çalıştık ve izin yapmadık. Bir sistem kurduk ve bu sistemi veliye, öğrenciye, öğretmene anlattık. Her sorunda hemen müdahale ettik. 

Pandemi sürecinin başında maaşlarımızdan kesinti yapılacağı söylendi. Bütün öğretmenleri ikna ettik. İşler akmasın diye değildi bu çabamız, öğrenciler mağdur olmasınlar diyeydi. Üç kuruşa çalışan öğretmenlerin hepsi ikna oldu ki buradaki üç kuruş gerçekten üç kuruştur. Hepsinin de ortak kaygısı öğrencileriydi. Zaten cidden bu iş para için yapılacak bir iş değil en azından bizim şartlarımızda değil. Maaş kesintisini yemek kesintisi takip etti. Maaşlar asla zamanında yatmadı. Gecikme elli günü buluyordu ve geçiyordu.

Elli gün geriden gelmek demek ne demek? Bu maaşla çalışanların korkulu rüyasıdır. Cepte genellikle para olmaz ve kredi kartına yüklenirsin. Eksiye düşersin, ev sahibine dert anlatmak zorunda kalırsın, kredi ödemen varsa Allah kolaylık versin.

İş veren bunları bilmez mi? Emin değilim. Evi kira değil, altında arabası var, bizim alacağımız üç kuruş onun elinin kiri. Belki bu kadar az para için neden vaveyla kopardığımızı bile anlamıyor. İşin aslı böyle olduğuna inansam burada çalışmazdım ama inanmak istemesem de öyleymiş.

Sonra ne mi oldu? Biz maaşlarımızı hep geriden aldık, eksik aldık ve bu duruma alıştık. En azından işimiz var diye avunduk. Dersleri bitirdik, dönemi tamamladık. Mevsimlik işçi gibi çalışıyoruz. Dönem bitince hepimiz işten ayrılıp dönem başlayınca tekrar giriyoruz. Bu da bir kabul tabi, bir anlaşma.

Haziran maaşlarımız ve işe girdiğimiz zaman almamız gereken ilk maaşın yarısı ödenmedi. Seneyi bitirmiş olmamız yeterli değildi. Şimdi bugün olmuş, bayram geçmiş, tatil bitmiş hala maaşlarımızdan ses yok. 

Bu anlattıklarım öyle sıradan ki, öyle hepimiz yaşıyoruz ki bir kez daha neden anlattığımı hiç bilmiyorum. Bir şekilde hayat akıyor, borç harç da olsa geçiniyor insan yani aç kalmıyor. Aç kalmamak en büyük motivasyonumuz olmuş. Değer görmek nedir unutmuşuz.

Bugün insan kaynaklarını aradım. Baştan sona durumu izah ederken bana ne istiyorsun diye sordu? Bu soru normal gibi görünse de aslında kocaman bir anormallik barındırıyor. Bu işin finansla alakalı olduğunu söyledi. Benim derdim o an artık para değildi. Para zamanında yatmazsa artık önemini yitiriyor. Çünkü sen başka bir şekilde o açığı kapatmak için çaba sarf etmiş oluyorsun.

Hayatımızda para ve değer aynı şey olmuş. Çünkü kişi varlığını bir yere satıyor. Aslında satmamız gereken şey hizmetken biz varlığımızı satıyoruz. Bizden varlığımız isteniyor. Bizim bir fiyatımız oluyor. Biz de varlığımızın daha değerli kılmak için paramıza bakıyoruz.

Maaş günü yaklaşınca hep bir huzursuzluk olur öğretmenler odasında. Nedenini şimdi anlıyorum. Para dediğimiz şey varlığımızın kendisi. Bize değer verilip verilmediğini ölçebileceğimiz tek şey maaşların tam ve zamanında yatması. Elimizde başka hiç bir şey yok. Bunca zaman kendi değerimi asla maaşımla ölçmemiş olmamdan dolayı bunu anlamazdım. Ama bugün bu konuşmada karşımdaki kişi isteğiniz para mı diye sorunca anladım. Para mı? Para nedir ki? İadeiitibar istiyorum dedim. Bir öğretmeni çalıştırdıktan sonra parasını ödemeyip para dilendirmek para ile ölçülecek bir şey değil. Asla da bunu para ile ölçmeyeceğim. Peki kim ödeyecek bunu? Bizden kim özür dileyecek? Kim varlığımı satın almış gibi davranmayı bırakacak? Sorunun finansal olmadığını ne zaman ve kim anlayacak?

Korunmasız, mağdur hissetmemiz tedavisi olmayan bir hastalıktan değil de bu sebeplerden olunca yaşlanıyor insan. Bu bir kaos. İçimdeki öfkeyi boşa harcamak istemiyorum lakin akıtacak bir yer de bulamıyorum. Sonra hop o öfke içimde patlıyor. Tam yendim sandığım, atlattım sandığım o öfke şakır şakır akıyor dostlarım. 

Parasız değilim, elim iş tuttuğu müddetçe de aç kalmayacağım biliyorum. Kendi değerimi parayla ölçmemek için öğrencilerimin gözüne bakacağım. Orada kaybettiğim şeyleri buluyorum. Çocuklara iyi örnek olalım derken kavga, dövüş unutmuşuz. Ama fark ettim ki hak aramak da bir erdem. Bunun da hatırlanması ve öğretilmesi gerek. 

Beyanımı buraya bıraktım. Hiçbir para bu olanları açıklayamaz ya da pandemi. Ben böyle bir açıklamayı da kabul etmiyorum. Yine de şey diyebilirim,

"Gençtim ya,ne farkeder deyip geçerdim
nehrin uğultusu da olur,dalların hışırtısı da
gözyaşı,çiğ tanesi,gizli dert veya verem
ne fark eder demişim
bilmeden farkı istemişim.
Vay beni leylak kokusundan çoban çevgenine
arastadan ırmaklara çarkettiren dargınlık!
Yola madem
çöllerdeki satrabı yalvartmak için çıkmıştım
hava bozar,yüzüm eğik giderdim yine
yaza doğru en kuduzuyla sürüngenlerin sabahlar
yola devam ederdim."

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

NELYUBOV (SEVGİSİZ) FİLMİ YA DA KÖR KÖR PARMAĞIM GÖZÜNE

Feminist Filmler Listesi, Feminist Film Listesi ya da Kişisel Kadın Filmleri Listem

Ahmet Amca

DANTE'NİN CEHENNEMİ ve THE GOOD PLACE

Yeşilin Kızı Anne ya da artık Anne White An E