AÇIK UNUTULMUŞ MİKROFON ÜZERİNE




 AÇIK UNUTULMUŞ MİKROFON ÜZERİNE


Handan Acar Yıldız'ın Ketebe'den çıkan Açık Unutulmuş Mikrofon kitabını almıştım. Taşınma sırasında kaybolmuştu, aylar sonra bulup okudum. Bazı kitaplar vardır cümlelerin altını çizersiniz, bazı kitaplarda kelimelerin bazen de öyle bütüncül olur ki kitap bir şeyin altını çizemezsiniz. Altını çizdiğim cümlelere dönüp bakmam ama neden çizerim bilmiyorum.

Cemal'e kitabın yarısına gelince altını çizdiğim o cümleleri okudum. Çünkü kitapta öyle cümleler kanımca çok fazlaydı. Cemal okuduğum cümlelerden bazılarına 'romantik' dedi. Savundum o cümleleri, romantik değil, öykülerden bağımsız okuyunca öyle geliyor. Gerçekten de yıllarca öğrencilere bir kelimenin ne anlama geldiğini tek başına o cümleden çıkarmanız mümkün değil derim. Öykü okurken de sanırım cümlenin ne olduğunu öykünün tamamını okumadan anlamanız mümkün değil.

Kitabın ismi ile bir yakınlık kurdum. Öykülerin isimlerine bakmadığım için bunun bir öykü ismi olmadığını düşündüm ilk baş. Öyküler birbirinden bağımsızdı. Yazar olan bitenler hakkında konuşmuş, mikrofonda açık kalmış diye düşündüm. Ama öyle değilmiş. İkinci kısımda kitaba ismini veren küçürek öykü diyeceğimiz bir öyküymüş. Bir mülteci öyküsü. Sanatçı olarak var olan acılara, durumlara duyarlı olmak anlaşılır bir şey. Farklı bir gözle görmek ve anlamak için kıymetli. Üstü örtüleni görünür kılmak ya da deşeleyip göstermek. 

Mülteci deyince son yıllarda ne aklımıza gelir. Haberleri düşünün hemen. Botlar, bombalar, ölümler. Bir çırpıda söylediğim şeyleri konu edinmiş yazar. Bu da öyküyü sıkıntıya sokmuş kanımca. Herkesin bir çırpıda aklına gelenleri ne kadar bambaşka kurgunun içine sokarsanız sokun hep sakıncalı kalıyor. Mültecileri bir tipe sokuyor ve onları insan olan taraflarından ayırıyor. Onların gördükleri bize ağır geliyor, hafızamız almıyor. Bombalar, ölümler bunları aklımız almıyor. Ama zaten bir insanın toprağını terketmesi, sığınacak bir yer bulmak için uğraşması da başlı başına bir dramı temsil ediyor. Bombaya, kıyımlara gelene kadar valizini alıp hatta valizini almadan yola çıkmış insanlar. Yeni bir düzen kurmaya çalışan insanlar. Bütün bu insanları anlamak ve anlatmak için bir gazete haberine benzer şeyleri bilmemiz gerekmiyor. Onların da birer yaşam sürdüğünü bilsek, yaşamda karşılarına çıkan sorunları görsek daha kıymetli olur öyküler diye düşünüyorum.

Kitabın ilk öyküsü Ayten'e Benzemek.Yazar bu öyküde büyülü bir takım gerçeklere sığınmış. Bir ikindi ezanı ile kulağa okunan ezanı birleştirmiş. Bütün bu geçişler yumuşak, zarif. Bir kadın var ve bir adam onu Ayten'e benzetiyor. Bir adam başka bir kadında muhtemelen kaybettiği ve sevdiği kadını görüyor. Bu gerilim öykünün yükseldiği ve söndüğü yer olmalı. Bu başlı başına yeterli bir gerilim. Bir insanın başka insanda aradığını görmesi. Ama yazara yeterli gelmemiş ve ikinci bir gerilim daha sokmuş öyküye. Ayten'e benzetilen kadın kulağına ezan okuyan adamı merak edip souyor annesine. Ve bir öğreniyor ki ezanı okuyan adamın karısı hamileyken ölmüş, adı Ayten'miş. İkinci gerilim bu öyküye fazla gelmiş, öykü kaldırmamış. Öyküdeki gerilimlerin kesit halinde kalması onu romandan ayırıyor. Siz bir kesiti ne kadar uzatırsanız öyküyü yaralıyorsunuz. İkinci gerilim işin içine girdiği anda o romanın, uzun öykünün kapısını aralıyor. Konu bakımından öyküye büyük geleni öyküye yedirmeye çalışınca sırıtıyor.

Yazı Tura Mesafesinde İki Kadın öyküsü, okur okumaz bunu Cemal'e anlatma isteği uyandı içimde. Öykünün sonu beni şaşırttı, güldürdü. Nasıl olur, demedim hiç. Kız nasıl o çiçeğe inandıysa ben de inandım. Bu açıdan yazarın inandırıcılığını tebrik etmek lazım. Bir çiçek ve bir ölümü birleştirmiş. Öykü iki farklı koldan devam ediyor ve yazar bunu başka öykülerinde de yapmış. İki ayrı karakterin varlığı ve paralel anlatımlar hiç zorlamıyor, akıyor öyküler.

Onca akışın içinde yazar ya duygularına yenik düşmüş ya yetinememiş araya bir şeyler sokmuş. Arka kapakta bu öyküden alınmş bir sözü aynen geçiriyorum "Babamın beyni kanamış. Ve durmamış. Çok akmış ama içeriye. Allah bugün ölmesi gereken binlerce babadan birinin de benimki olmasını takdir etmiş. İtiraz etmeden ölmüş babam." Bir baba ölüyor ve bir babanın ölümü kendi başına bir olaydır ve nasıl olduğu ne olduğu artık bir yerde önemsizleşmeli. Çünkü öykünün içinde başka gerilimler var ve bu beynin kanaması, içe doğru kan akması gereksiz bir ayrıntıya dönüşüyor. Çünkü burada mevzu babanın nasıl öldüğü değil de yazarın dediği gibi 'baba yarısı sendromu'. Babası ölünce ortada kalan, yol parası olmayan, amcasının ona paran var mı diye sormadığı bir kadının öyküsü. Hal böyle olunca babanın ölüm şeklini tarif etmek öyküde sırıtıyor.

Limon Sıkacağı yine paralel bir anlatıya sahip. En beğendiğim öykü diyebilirim. Limon sıkacağının tarifi ile kürtajın yapımının paralel anlatıldığı farklı bir hikaye.

Kitapta beğendiğim bir başka öykü ise Kanyon Halkı oldu. Sembolik bir anlatımla anlattığı bu öyküde, yürüyen ve duranların hâli ve halkın yok oluşu altında yatan anlamları anlamasak bile güzel geliyor okura. Oysa yazar bu sembolik anlatımı başka yerlerde denemiş ve aynı sonucu alamamış. Ölüme Çare ve Güvercin Lokantası öykülerinde bu teknik bir şekilde aynı etkiyi uyandırmamış. Kanyon halkının varlığına inanıp o evrenin içine girerken ne ölüme çareye inandım ne de Güvercin Lokantası'nın varlığına. Belki bu son iki öykü bir uzun öyküye dönüşseydi, yazar o evreni bize daha gerçekçi anlatabilirdi. 

Yazarın üslubu bana güzel geldi. Öykülerinde sıkça açıklama kullanıyor. Bazen bu, üslubunun bir parçasına dönüşürken bazen de bir hatayı anımsatıyor. Misal Bere öyküsünde yaşlı adamın sattığı gazeteleri sandala benzetiyor ve bunu "Sandal dediysem, kucağındaki gazeteleri kastettim." şeklinde açıklar gibi anlatıyor. Bir üslup oluşturan tekrardan ziyade okuyucunun anlamayacağından korkar bir şekilde, tedirgin. Yazar bunu Kendini Gıdıklayan adlı öyküsünde de yapıyor. Bir çocuk üvey babasını iblise benzetiyor ve yazar "İblis dediğim üvey babam..." şeklinde ekliyor. Oysa yazar bu tür açıklamaları yapmasa da bağlamdan anlaşılacak benzetmeler bunlar.

Kitap iki bölüme ayrılmış fakat bu neye göre yapılmış pek anlaşılmıyor. İkinci bölümdeki öyküler küçürek öykülerden oluştuğu için diyebiliriz. Küçürek öykü zaten başlı başına zorlu bir konu. Ya ben sevmiyorum ya da iyi örnekleri ile pek karşılaşmadım. O yüzden konuda pek bir şey demem doğru olmaz.

Handan Hanım'ın dert edindiği şeyleri aşağı yukarı öykülerinden anladım. Bir sanatçı hassasiyeti ile yaklaştığı kesin. Fakat bu biraz da işi tehlikeli kılıyor. Duygusal olanla yazdığımız arasında bağ kurunca kurgu ister istemez ağdalı hale geliyor. Kanımca Handan Hanım harika olabilecek öyküleri buna kurban vermiş. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

NELYUBOV (SEVGİSİZ) FİLMİ YA DA KÖR KÖR PARMAĞIM GÖZÜNE

Feminist Filmler Listesi, Feminist Film Listesi ya da Kişisel Kadın Filmleri Listem

Ahmet Amca

DANTE'NİN CEHENNEMİ ve THE GOOD PLACE

Yeşilin Kızı Anne ya da artık Anne White An E