İMLEDİKLERİMİZ, KEHANETLER VE KAR

İMLEDİKLERİMİZ, KEHANETLER VE KAR


Bir zamanlar- ki bu zaman dilimi 1990'dan başlayıp 2000 ile biter- her doğan çocuğun doğduğu zamanla alakalı olarak şansı ya da şanssızlığı olurdu. Eskiden okuma yazma bilenler çocuğunun doğduğunu nasıl kurana yazarsa aynı onun gibi bir imlemeden bahsediyorum. Bu imlemenin eriklerin çiçek açması, ineklerin doğurması, karıncaların topraktan çıkması gibi zamansallıkla alakası yoktur. Aile için önemli olan şans ya da şanssızlığı imleyen şeylerdir.

Misal bir çocuk doğduğunda o yıl baba belediyeye işe girmiştir ve bu çocuğun şans getirdiğine ve o çocuğun şanslı olacağına işaret eder. Ya da bir çamaşır makinesi alınmıştır eve. Belki de benimki gibi dedem ve ninem hacdan döndüğünde bir doğum olmuştur ki bu da pek iyiye yorulmamıştır. 

Bu imlemeler o zamanlar herkes tarafından yapılırdı. Bir arkadaşım ablası, kardeşi ve kendisinin doğumlarının neye denk geldiğini anlatmıştı bir keresinde. Bir çocuk doğuyor ve sen onun geleceği hakkında bir kehanette bulunuyorsun. İmlenen şeyler çokluk iyi olma eğilimi de gösterir üstelik. Düşününce mantıklı da geliyor. Doksanlı yıllarda ilk çocuğunu kucağına alıyorsun. Ortalık bir kaos alanı. Ve o cocuğun şans getireceğine inanmak istiyorsun. Üstelik tek motivasyon  bu değil. Senin hayatından daha aşkın bir hayat yaşasın istiyorsun. Karanlık bir geleceğe bakarken umut dolmak ihtiyacıyla üretilen bir mekanizma.

Bu imlemeler her şans ya da şanssızlıkta tekrar edilen ve kehaneti güçlendiren bir yapıya sahip. Çocuk doğdu ve şansla imlediniz, her şans kırıntısında bu imlemeyi bir dua gibi okuyup çoğaltıyorsunuz. Yine şanssızlık ile imlediğiniz bir çocuğun her şanssızlığında bunu o imleme ile anarak yazgısının ne yönde olduğunu hatırlatıyorsunuz kendinize.

Peki aile için nedir bu imlemeler? Kara bulutu görünce yağmur yağacağını söylemek gibi. Kendini gelebilecek olan uğurlu ya da uğursuz her duruma hazırlamak ve var olan kötülüğü bir yazgıya yüklemek.

Peki bu gerekli mi? Yakın zamana kadar anlamasam da insana bu tür imlemeler gerekliymiş. Şimdi bakınca doksanlar nostaljik bir unsur gibi görünse de acılı bir on yıldı. Benim hissettiğim yani aile gerçeği bir fakirlik, sancı çemberiydi. Böyle bir çemberde insan tutunacak bir şeyler arıyor. Bir çocuğun doğması tek başına yeterli olmuyor. Karanlığa bakarken çocuğu için ve tabi kendi hayatı için umut dolmak istiyor. Bir kehanet geliştiriyor ve doğumdan sonra o kehaneti yineleyip duruyor.

Aynı imleme tek seferlik olmak üzere ölümlerde de görülür. Kimi kaybetmişseniz onun giderayak iyi bir insan olduğuna işaret eden bir şeyler arıyorsunuz. Arayan buluyor elbet. Misal güz günlerinde yağmur yağar ama o gün sevdiğinizi uğurluyorsanız artık yağmur onun yüzü suyu hürmetine yağıyordur. Ya da uzun süren bir fırtınadan sonra biraz hava durulmuşsa yine o gün ölen kişi için duruluveriyor hava. Sonsuzluk dediğimiz o bilinmeze kimi gönderirsek bir yok oluştan kendimizce korumuş oluyoruz bu imlemelerle. En azından boşa yaşamadı, varlığının bir anlamı vardı demek istiyoruz.

Bütün bu imlemeler niçin kafamı karıştırdı? Karanlık bir on yıl görme korkusundan. Bu beni allak bullak ediyor. Okuduğum her şey bana o karanlık ile ilgili senaryolar yazdırıyor. Geçen okuduğum bir yazıda İsmet Özel'in Türkiye'nin son altı yılı kaldı dediğini öğrenmiş bulundum. Hesaplayınca beş yıl gitmiş geriye bir yılcık kalmış. Gece rüyamda ülke yok olurken kendimi bu yok oluşun içinde buldum. Bu ülke olmazsa gidecek bir yerim var mı diye uzun uzun düşündüm. Sahi bir Türkçe öğretmeni Türkçe konuşulan bir ülkesi olmazsa ne yapar? Kullandığı dil Türkçe ise ve her yazdığını bu dille üretiyorsa ne yapar? İngilizce öğrenmem lazım diyerek uyandım. Başka bir dile muhtaç olduğumu, başka bir toprağa muhtaç olduğumu gördüm ve bu çok fazla geldi.

Bütün bu fazlalıklar içinde iyiyi imlemek istiyor insan. Şimdi son yıllarda görmediğim kadar çok kar yağıyor dışarıda ve bu iyiye işaret diyorum. Sahi bunun dışında imleyecek neyimiz kaldı? Üç yeğenim doğdu. Zihnimi yokladım ve onların doğumlarını ne ile imlediğime baktım. Birisi doğduğunda ülkede elektrikler gitmişti. Hastane jeneratörleri harıl harıl çalışıyordu. Diğerinde korona patlak vermişti. En küçük doğduğunda ise karantina vardı. Yüzümde maske ile hastaneye gitmiştim. Ama Allah'tan şans ya da şanssızlık diye yormadım hiçbir olayı. Sadece ülkede olan olaylar olarak bıraktım. Her yinelediğim zaman onların yazgısını kulaklarına üfürmek istemedim.

Şimdi dışarıda kar yağarken iyiye doğru bir imleme yapıyorum içimden. Ama itiraf etmek gerekirse yarı yolda bırakılmaktan çok korkuyorum. Zira şimdi herkes zamları konuşurken ve herkes doların yükselmesini konuşurken bir anda yalnız kalmaktan korkuyorum. Bir anda o zama bulanmış ekmekleri herkes alırken alamayacak olanların unutulmasından korkuyorum. Bir yere sıkıştırılmış kötü gün paralarının herkesi kurtarırken kötü gün parası asla olmayanların olmasından korkuyorum. 

Bu on yıl sanki kara bir tünel gibi. Tünelin başındaki ışık şimdiye kadar bizi getirdi. Tünelin ortasında hiç ışık yokken ne yapacağız diye korkuyorum. Tünelin ucunda bir ışık var mı gerçekten? Yoksa buna inanmak olmayan şeyleri imlemekten farksız mı? 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

NELYUBOV (SEVGİSİZ) FİLMİ YA DA KÖR KÖR PARMAĞIM GÖZÜNE

Feminist Filmler Listesi, Feminist Film Listesi ya da Kişisel Kadın Filmleri Listem

Ahmet Amca

DANTE'NİN CEHENNEMİ ve THE GOOD PLACE

Yeşilin Kızı Anne ya da artık Anne White An E